Büromun Konumu - Office Location

27 Mayıs 2009 Çarşamba

ÖLÜM OLMASA NE DİN OLURDU NE DE FELSEFE

Bilindiği üzere felsefe; hayatın anlamını, insanın varoluş nedenlerini inceleyen bilim dalıdır. Felsefe bilimi, varlığına dine borçludur. Çünkü insanlığın varoluşundan bu yana din vardır, din de felsefeyi doğurmuştur.

Kişioğlunun dünyadaki yaşantısında davranışlarını, ahlak kuralları ile çoğu zaman bunlarla iç içe geçmiş bulunan din kuralları sınırlar. Üç büyük semavi din ile Budizmde ahlak kurallarının tamamına yakını, din kurallarının bir parçasıdır. Modern çağın gelişmiş toplumlarında ise, özellikle gençler arasında dinsizlik yükseliştedir. Örneğin Japonya' da gençlerin çoğunun kendini herhangi bir dine mensup hissetmediği görülmektedir. Buna rağmen ahlak normları, toplumsal yaşamı son derece sınırlamakta adeta topluma çeki düzen vermektedir.

Batı toplumlarında dinsizlik yükselişte olmasına rağmen, bu olguyu tanrıtanımazlık şeklinde değerlendirmek de yanlıştır. Çünkü tanrı bilinci hiç yok denemez, sadece topluma hakim olan din anlayışına bir karşı çıkıştan söz edilebilir. Örneğin günümüz yaşamının gerekleri ve değişen yaşam koşulları uyarınca Katolik ülkelerin çoğunda eşlerin boşanma hakları İkinci Dünya Savaşı' ndan sonra uzun ve sancılı mücadelelerle kazanıldı.

Dolayısıyla insanların çoğunluğunun içinde bir Yaratıcı, yani Tanrı bilinci vardır. Bunun en büyük nedeni ise ölüm ve ölüm sonrasının belirsizliğidir.

Kişinin bir dini varsa, onun açısından ölümden sonrasının herhangi bir belirsizliği yoktur. Çünkü dünya üzerindeki dinlerin çoğunda, ölümden sonra bir başka yaşamın varlığı söz konusudur. Ancak bunun niteliği, dinden dine değişiklik gösterir. Üç büyük dinde, ruh ölümsüzdür ve sadece bu dünyada zamanla ölçülebilen bir yaşam sürecine hapsedilmiştir. Geçici dünyanın ardından tekrar eski boyutuna dönecek olan ruh, zaman sınırlamasından kurtulacak esas öz niteliğine kavuşacaktır.

Ölüm olmasa idi ya da daha doğrusu ölümün zamanının belirsizliği, ölümünü nasılının muğlaklığı olmasaydı; insanlığın hırsı ve kan içici tabiatı hiçbir surette dizginlenemez; dünya üzerinde kural tanımazlık hakim olurdu. Ölüm insanları korkutmakta, ölümden sonra olacaklar da; insanları hep merak içinde bırakmaktadır.

Ölüme ve sonrasına insanların yükledikleri anlamlar, insanların yaşayış biçimlerinde de etkili oluyor. Örneğin ölümden sonrasında bir başka yaşama inanmayan insanların, kendilerini zevkçi (hedonist) bir yaşam biçimine kaptırması çok kolay. Bu düşünce tarzı, hayatın görece olarak çok kısa olması nedeniyle, anın yaşanmasını ve her şeyden maksimum zevk alınmasını, başka şeylerin düşünülmemesini öğütler; kendi içinde çok tutarlı olduğu söylenebilir.

Ancak ölümden sonra başka bir yaşamın, hatta gerçek olan sonsuz yaşamın varlığına inananlar için aynı şeyleri söylemek mümkün değildir. Çünkü onlar yaptıklarından veya yapmadıklarından dolayı hesaba çekileceklerini, öteki dünyadaki yaşamlarının bu dünyadaki davranışlarına bağlı olduğunu ve benzeri bir sürü şeyi düşündükleri için bu dünyada kendilerine bir otokontrol uygulamaları kaçınılmazdır.

İnsanın bir dine mensup olması, eğer o din kendisine olumlu şeyler katıyor ve dünyada daha mutlu, uyumlu bir yaşama sahip olmasına neden oluyorsa güzel bir şeydir. Ancak dünya tarihi bize göstermiştir ki; dinlerin bizatihi kendisi kadar yorumu da önemlidir. Çünkü dinlerin yanlış yorumlanması neticesi yaşanan savaşlar, çekilen acılar neredeyse medeniyetin başlangıcı ile yaşıttır. Din uğruna çıkılan haçlı savaşlarında, engizisyon mahkemelerinde ve dinsel temelli günümüz çatışmalarında milyonlarca insan öldü, ölüyor.

Ölüm ve sonrası, insanlığı varoluşundan bu yana meşgul ediyor. Meşgul etmeye de devam edecek, ta ki öldüğümüz güne kadar. Ancak o gün tüm sorularımızın cevaplarına kavuşacağız, ama maalesef bundan dünyada bıraktıklarımızın haberi olamayacak.

Hiç yorum yok: