Büromun Konumu - Office Location

23 Nisan 2009 Perşembe

ULUSAL EGEMENLİK VE TAM BAĞIMSIZLIK

Bugün önemli bir gün 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı. Kanımca uzunca bir süredir bu bayramın hep ikinci yarısını kutluyoruz, nedense Ulusal Egemenlik kavramı biraz geride veya daha doğrusu sözde kalıyor. Halbuki ülkemizin geleceği bakımından ülkenin kaderinin ulusun kendi ellerinde olması çok önemli.

Devletimizin kurucusu, ulu önderimiz Mustafa Kemal Paşa 6 Mart 1922 tarihinde şöyle diyordu:

“...Hepiniz bilirsiniz ki, Avrupa' nın en önemli devletleri, Türkiye' nin zararıyla, Türkiye' nin gerilemesiyle ortaya çıkmışlardır. Bugün bütün dünyayı etkileyen, milletimizin hayatını ve ülkemizi tehdit altında bulunduran en güçlü gelişmeler, Türkiye' nin zararıyla gerçekleşmiştir. Eğer güçlü bir Türkiye varlığını sürdürseydi, denebilir ki İngiltere' nin bugünkü siyaseti var olmayacaktı. Türkiye, Viyana' dan sonra, Peşte ve Belgrad' da yenilmeseydi, Avusturya/Macaristan siyasetinin sözü edilmeyecekti. Fransa, İtalya, Almanya da, aynı kaynaktan esinlenerek hayat ve siyasetini geliştirmişler ve güçlendirmişlerdir.

...Bir şeyin zararıyla bir şeyin yok olmasıyla yükselen şeyler, elbette o şeylerden zarar görmüş olanı alçaltır. Gerçekten de Avrupa' nın bütün ilerlemesine, yükselmesine ve uygarlaşmasına karşılık, Türkiye gerilemiş, düştükçe düşmüştür. Türkiye' yi yok etmeye girişenler, Türkiye' nin ortadan kaldırılmasında çıkar ve hayat görenler, aralarında çıkarları paylaşarak birleşmiş, ittifak etmişlerdir. Ve bunun sonucu olarak, birçok zekalar, duygular, fikirler, Türkiye' nin yok edilmesi noktasında yoğunlaştırılmıştır. Ve bu yoğunlaşma, yüzyıllar geçtikçe oluşan kuşaklarda, adeta tahrip edici bir gelenek biçimine dönüşmüştür. Ve bu geleneğin, Türkiye' nin hayatına ve varlığına aralıksız uygulanması sonucunda, nihayet Türkiye' yi ıslah etmek, Türkiye' yi uygarlaştırmak gibi birtakım bahanelerle, Türkiye' nin iç hayatına, iç yönetimine işlemiş ve sızmışlardır. Böyle elverişli bir zemin hazırlamak güç ve kuvvetini elde etmişlerdir.

...Oysa bu güç ve kuvvet, Türkiye' de ve Türk halkında olan gelişme cevherine, zehirli ve yakıcı bir sıvı katmıştır. Bunun etkisinde kalarak, milletin en çok da yöneticilerin zihinleri tamamen bozulmuştur. Artık durumu düzeltmek, hayat bulmak, insan olmak için mutlaka Avrupa' dan nasihat almak, bütün işleri Avrupa' nın emellerine uygun yürütmek, bütün dersleri Avrupa' dan almak gibi birtakım zihniyetler ortaya çıktı. Oysa hangi istiklal vardır ki yabancıların nasihatlarıyla, yabancıların planlarıyla yükselebilsin? Tarih böyle bir olay kaydetmemiştir; tarihte böyle bir olay yaratmaya kalkışanlar zehirli sonuçlarla karşılaşmışlardır. İşte Türkiye de, bu yanlış zihniyetle sakat olan bazı yöneticiler yüzünden, her saat, her gün, her yüzyıl biraz daha çok gerilemiş, daha çok düşmüştür.

...Bu düşüş, bu alçalış yalnız maddi şeylerde olsaydı hiçbir önemi yoktu. Ne yazı ki Türkiye ve Türk halkı, ahlak bakımından da düşüyor. Durum incelenirse görülür ki, Türkiye Doğu maneviyatıyla sona eren bir yol üzerinde bulunuyordu. Doğu' yla Batı' nın birleştiği yerde bulunduğumuz, Batı' ya yaklaştığımızı zannettiğimiz takdirde, asıl mayamız olan Doğu maneviyatından tamamen soyutlanıyoruz. Hiç şüphesizdir ki, (bundan) bu büyük memleketi, bu milleti çöküntü ve yok olma çıkmazına itmekten başka bir sonuç beklenemez.

...Bu düşüşün çıkış noktası korkuyla, aczle başlamıştır. Türkiye' nin Türk halkının nasılsa başına geçmiş olan birtakım insanlar, galip düşmanlar karşısında, susmaya mahkummuş gibi, Türkiye' yi atıl ve çekinden bir halde tutuyorlardı. Memleketin ve milletin çıkarlarının gerektirdiğini yapmakta korkak ve mütereddit idiler. Türkiye' de fikir adamları, adeta kendilerine hakaret ediyorlardı. Diyorlardı ki ´Biz adam değiliz ve olamayız. Kendi kendimize adam olmamıza ihtimal yoktur.´ Bizim canımızı, tarihimizi, varlığımızı, bize düşman olan, düşman olduğundan hiç şüphe edilmeyen Avrupalılara, kayıtsız şartsız bırakmak istiyorlar ´Onlar bizi idare etsin´ diyorlardı.”

87 yıl öncesinde Gazi' nin söyledikleri maalesef bugün de hala geçerli. Hatta birçok noktada Batılılar istediklerini elde etmiş, Cumhuriyeti kuranların sonsuz fedakarlıkları ile elde edilenler bir bir geri verilir hale gelmiştir.

Örneğin Osmanlı' nın başına bela olan kapütilasyonlar; Gümrük Birliği, Uluslararası Tahkim, AB Uyum Yasaları vb ile yeniden diriltilmiştir. Avrupa Birliği' nin karar sürecinde herhangi bir katılımımız olmaksızın, imzaladığımız anlaşmalar ile onların aldığı kararlara biz de harfiyen uymak durumundayız. Misal olarak Avrupa Birliği bir Afrika ülkesinden ithal edilen malların gümrük tarifesini değiştirdi, biz de yenilenen tarifeye göre gümrük mevzuatımızı değiştiriyoruz. Bizim 3. ülkelerle yaptığımız anlaşmalarla tanıdığımız ayrıcalıklardan Avrupa Birliği ülkeleri de otomatikman yararlanıyor. Çünkü yine imzaladığımız anlaşmalar ile “en çok kayrılan ülke” statüsünü elde ettiler. Ama tersi bizim için geçerli değil. Örneğin AB ile ABD arasında yapılan bir anlaşmadan biz yararlanamıyoruz.

Halbuki Avrupa Birliği ile Gümrük Birliği Anlaşması imzalayan İsrail' in “en çok kayrılan ülke” statüsü var. AB' ye iç pazarını açmış, ama karşılığında hem AB ülkelerine gümrüksüz mal satıyor, hem de AB' nin başka ülkelerle yaptığı anlaşmalardaki lehe olan hükümlerden otomatikman yaralanıyor.

Bu bize Avrupa Birliği sürecinde atılan en büyük kazıklardan. Biz de aynı imkanlardan yararlansa idik, bugün sanayicilerimiz kotaları dolduğundan ABD' ye mal satabilmek için, fabrikalarını Bulgaristan' a, Mısır' a taşımak zorunda kalmazlardı.

Uluslararası Tahkim ve ülkemizde bulunan Amerikan askerlerine ilişkin düzenlemeler de Adli Kapütilasyonların dik alası.

Halbuki Cumhuriyet' in kazanımları için biz ne çok acılar çektik, koskoca Osmanlı İmparatorluğu milli devlet olamadığı için, tam bağımsız ve özgür politikalar güdemediği için Emperyalistlerin elinde oyuncak olup, sonunda da yıkıldı gitti.

Bakın bu konuda Mustafa Kemal ne diyor: “...Pek güzel bilirsiniz ki, sultanlarla halifelerle yönetilmiş ve yönetilmekte olan ülkelerde, vatan için, millet için en büyük tehlike, sultanların ve halifelerin düşmanlar tarafından satın alınmalarıdır. Bu, ekseriya kolaylıkla sağlanmıştır...Böyle yönetilen ve egemenlikten vazgeçen bir milletin akıbeti elbette felaketti, elbette musibettir. Osmanlı devleti, gerçekte ve fiilen bağımsızlıktan yoksun bir duruma getirilmişti. Öyle ya, bir devlet ki kendi uyruklarına saldığı vergiyi yabancılara salamaz. Gümrük işlemlerini, resimlerini, memleketin gereksinimlerine göre düzenlemekten uzaktır. Ve bir devlet ki, yabancılar üzerinde yargılama hakkını uygulayamaz. Böyle bir devlete elbette bağımsız denilemez. Devletin ve milletin hayatına yapılan müdahaleler yalnız bu kadar değildi, daha fazlaydı. Doğrudan doğruya milletin hayati gereksinimlerinden olan, söz gelişi demiryolu yapmak için, fabrika yapmak için, her şey yapmak için devlet serbest değildi. Mutlaka müdahale vardı. Şu halde hayatını sağlamaktan yasaklanmış bir devlet bağımsız olabilir mi? Arz ettiğim gibi gerçekte devlet istiklalini çoktan kaybetmişti ve Osmanlı ülkesi ecnebilerin bir sömürgesinden başka bir şey değildi ve Osmanlı halkı içindeki Türk milleti de tamamıyla tutsak bir duruma getirilmişti. Bu sonuç arz ettiğim gibi, milletin kendi egemenliğine ve kendi yönetimine sahip bulunmamasından ve bu irade ve egemenliğin şunun bunun tarafından kullanılagelmiş olmasından doğuyordu. O halde kesinlikle diyebiliriz ki, biz milli bir devir yaşamıyorduk ve milli bir tarihe sahip değildik.”

Günümüzde başımızda herhangi bir padişah, halife vb yok; ancak demokrasimizin de dört dörtlük işlediğinden bahsetmek maalesef mümkün değil. Özellikle siyasi partiler tarihimiz incelenirse; parti içi demokrasiyi bir türlü içimize sindiremediğimiz ve partilerimizin de bu nedenle lider partileri olduğu görülür. 70' li yıllarda dahi partilerde kadrolar bugünkünden önemliydi.

Liderler sultasının sonucu ise, partilerin içinde doğru, düzgün, ilkeli insanlar yerine lider şakşakçılarının yükselmesi oluyor. Maalesef liderlerimiz de kendi etraflarını saran bu tarz insanların yanlış yönlendirmeleri ile, her zaman için doğru politikalar üretemiyorlar.

Sonuçta olan millete oluyor, kimi seçerse seçsin alternatif politikalar ve çözümler yaratılamıyor. Kim ne derse desin, son 50 yıllık zaman diliminde ülkede milli çözümler yerine sürekli dışarıdan birtakım odakların önerileri dinlendi, onların istedikleri politikalar güdüldü. Bunlar arasında ülkemizin lehine olan hiçbir şey yok diyemeyiz; ancak ülkede tam bağımsız ve ulusal çıkarlarımız yönünde bir siyaset güdülse idi, bugünkünden daha iyi bir durumda olacağımız aşikardı.

4 Nisan 2009 Cumartesi

KÜRESEL EKONOMİK KRİZ VE KARMA EKONOMİ

Kapitalist Sistemin kendi özünde kriz doğurmaya elverişli olduğu yıllardan beri dile getirilirdi. Yani ekonomiyi kendi haline bırakırsanız, insanların sonsuz hırsları düşünülürse; krizlerin oluşumu doğal sürecin sonucudur. Patlayan emlak balonu ve sonrasında derinleşen küresel kriz, dünyadaki hemen hemen tüm ülkeleri etkisi altına aldı.

Bizim yaşadığımız 2001 Bankalar Krizi' nde AB ülkeleri, bankalara Devletin el koymasını çok eleştirmiş ve sürekli olarak devletin piyasalara müdahale etmemesi gerektiğini vazetmişlerdi. Halbuki bugün gelinen kriz ortamında, bu gelişmiş ülkelerin bize söylediklerinin tam tersini yaptıkları; kendi ülke menfaatleri söz konusu olunca, gözlerinin hiçbir şeyi görmediği, hiçbir kuralı takmadıkları ortaya çıkıverdi. Birçok özel bankaya Avrupalı Devletlerce el konuldu, birçok ülkede de %100 mevduat garantisi sağlandı.

Bize yıllardan beri IMF, Dünya Bankası vd örgütler yolu ile, kamunun elinde bulunan iktisadi teşekkülleri, enerji, petrokimya vb ağır sanayi dallarını özelleştirmemiz için baskı yapılıyordu. Sonunda başarılı oldular; son yapılan özelleştirmeler ile Devletimizin elinde pek fazla şey kalmadı. Peki iyi mi oldu, o tartışılır; özellikle Doğu ve Güneydoğu bölgelerimizde bulunan devlet kuruluşları, oraların göreceli olarak az gelişmiş ekonomik yaşamlarında çok büyük önem taşıyordu. Ülkede tarım ve hayvancılığın bitme noktasına gelmesinin ardında Devletin bu alanlardan çekilmeye zorlanması yatmakta.

Biz Türk Telekom, PETKİM, TÜPRAŞ, ERDEMİR gibi yaratılması uzun çaba, bol para ve acılara mal olan göz bebeği milli kuruluşlarımızı özelleştirme adı altında yabancı olsun yerli olsun yatırımcılara satarken; Almanlar stratejik kuruluşlardaki yabancı payını %25' le sınırladılar, ayrıca da Hükumetin iznine bağladılar. Bilindiği gibi Almanya' da telekom, posta idaresi, demiryolları, Lufthansa devletin denetimi altında. İngiltere' de de özelleştirmeler yapılsa da Devletin şirketlerde altın hisse sahipliği söz konusu.

Fransa da ise çok daha değişik bir durum var. Devletin ekonomideki doğrudan denetimi %40 oranında. Son yaşanan krizde Fransız Hükumeti, Renault şirketine emir vererek yurtdışında bulunan fabrikalardaki üretimlerini mümkün mertebe Fransa içine çekmesini istedi. Bunun üzerine şirket, Slovenya' da bulunan fabrikasındaki araba üretimini Fransa' daki fabrikalara kaydırma kararı aldı. Bu karar, AB içinde de büyük tartışmalara yol açtı; ancak tartışmalar sonucu değiştirmiyor. AB' nin yeni üyeleri arasında birliğin geleceği konusunda ciddi endişeler doğduğu bildiriliyor. Hani sermaye ve emek serbestçe dolaşıyordu, Devlet müdahalesi zinhar yasaktı değil mi ya.

Anlaşılan o ki, yükselen ekonomik krizle beraber gelişmiş ülkeler, milli ekonomilerinin menfaatlerini düşünerek korumacı tavırlarını daha da arttıracak. Bizim gibi gelişmekte olan ülkelerinde buna katılması bekleniyor.

Ancak Türkiye açısından bir handikap var, biz dış ticaretimizdeki kararları kendi başımıza alamıyoruz. Sebebi ise AB' ne Gümrük Birliği ile tek taraflı olarak bağlanmamız.