Büromun Konumu - Office Location

11 Temmuz 2008 Cuma

UNUTTURULAN TARİHİMİZ

Ne zaman deniz kıyısına veya bir parka gitsem şaşırırım. Bizim kadar zaman israf eden millet zor bulunur. Birçok insan, sadece ve sadece güneşe karşı yatıp uyuklamakta veya parklarda otururken etrafı seyredip, çok çok çekirdek çitlemekte. Gençlerse daha çok ellerindeki içki veya meşrubat şişeleri ile arkadaşları ile laflamakta. Halbuki turistler tatillerinde bile zamanlarını boşa geçirmemek için ellerindeki kitaplarla güneşlenirlerken gözüme takılırlar çoğu zaman.

Oysaki bizim dinimizin ilk emri “Oku”. Dünyada yan gelip yatarak, okumadan, çalışmadan ilerlemiş tek bir ülke yok. Özellikle genç insanlarımızın eğitim yaşamları boyunca okumadan geçirecekleri tek bir günleri dahi olmamalı. Aksi halde ne ülkeye ne de medeniyete en ufak bir katkıları olamaz.

İşin kötüsü tarihimizi de okumuyoruz. Bu nedenle geçmişte yaptığımız hataları tekrarlayıp duruyoruz. Koskoca Osmanlı İmparatorluğu dış borç belası yüzünden ekonomik iflasa sürüklenmemiş gibi, habire borç alıp duruyoruz. Sonra da kendi kendimizi; “Efendim borçların gayrisafi milli hasılaya oranı tehlikeli düzeyde değil...vb.” ifadelerle kandırıyoruz.

Birinci Dünya Savaşı' nda Osmanlı' yı yenen devletler, 23.06.1919 tarihinde şöyle bir bildiri yayınlamışlardı: “...Tarih boyunca hangi ülke Türklerin eline geçtiyse o ülke maddi ve kültürel geriliğe gömülmüş, hangi ülke Türklerin elinden kurtulduysa maddi ve kültürel bakımdan yükselmiştir. Tarih boyunca Türkler ellerine geçirdikleri ülkeleri geliştirmemiş, yıkmıştır; çünkü Türklerde geliştirme yetisi yoktur, yalnızca yıkmayı savaşmayı bilirler....” (Bkz. Osman Olcay, “Sevr Antlaşmasına Doğru-Çeşitli Konferans ve Toplantıların Tutanakları ve Bunlara İlişkin Belgeler-” AÜSBF yay. Ank. 1981, syf.71-73)

Söylemek istedikleri asıl husus ise şuydu; biz bu nedenle Türklerin ülkelerini parçalayacak ve Türkleri biz yöneteceğiz. Galip devletler İngiltere, Fransa, İtalya, Amerika, Yunanistan, Japonya ve Sırbistan bu bildiriye imza koyan devletlerdir.

Sadece Türklere karşı değil, son Papa' nın Müslümanlık ve Hz. Muhammed hakkında söylediklerini de düşünürsek; Batı' nın genel anlamda Doğu' ya ve İslam Medeniyeti' ne bakışı bu yöndedir. Bu haksız suçlamanın ardında yatan neden bilim, düşünce, ekonomi, mimarlık, üretim bilimi ve sanat gibi uygarlık alanlarını Batı' nın tekelinde gören zihniyettir.

Bu iddialara karşı 28.12.1919' da Mustafa Kemal Atatürk şöyle cevap vermiştir: “Sözde ulusumuz, yetenekten yoksun bulunduğu için, bayındır bulunan yerlere girmiş ve oralarını yıkıntıya çevirmiş! Bu savlar kesinlikle gerçek değildir. Karaçalmadır. Düşününüz efendiler! Ulusumuz küçük bir aşiretten, anavatanda bağımsız bir devlet kurduktan başka, Batı dünyasına, düşman içine girdi ve orada büyük çabalarla bir İmparatorluk kurdu. Ve bunu, bu İmparatorluğu, 600 yıl büyük bir yetkinlikle sürdürdü. Bunu başaran bir ulus, yüksek bir yöneticilik yeteneğine ve yönetim örgütlenmesine sahiptir. Böyle bir durum sadece kılıç gücüyle gerçekleştirilemez. Tüm dünya bilir ki, Osmanlı Devleti, ordusunu çok geniş olan topraklarının bir ucundan diğer ucuna olağanüstü bir hızla, tepeden tırnağa donatılmış olarak ulaştırır ve bu orduyu aylarca, belki de yıllarca besler, yedirir, içirir, giydirir ve yönetirdi. Böylesi bir etkinlik, yalnızca ordu örgütünün değil, (cephe gerisinde) yönetim birimlerinin de olağanüstü kusursuz ve yetenekli olduğuna kanıttır.” (Bkz. Nutuk, vesika 220)

Öyle ya siz bugünün ulaşım araçları ile bile günler alan uzaklıktaki farklı yerlerden topladığınız insanları belli bir hedefe sorunsuz olarak ulaştıracak, onların her türlü iaşelerini temin edeceksiniz. Bu hem büyük bir organizasyon ve planlama, hem de büyük altyapı meselesidir. Örneğin İstanbul' un fethinden 1 sene öncesinde Fatih tarafından ordunun iaşesi, yollar ve köprülerin yapımı/bakımı vb. konularda İl Beylerine gönderilen fermanlar oldukça dikkat çekmektedir. Çeşitli tezlere de konu olan bu fermanlarda, ordunun ne kadar at, öküz vb. hayvan kullanacağı sayı sayı belirtilmekte, ne kadar yemin hangi aralıklarla, nerelerde toplanması gerektiği gibi çok ayrıntılı planlamaların yapıldığı görülmektedir.

Sadece Osmanlı değildi ekonomik ve bilimsel olarak Avrupa' dan üstün olan, İslam Medeniyeti' nin doruk noktası Endülüs' de yazılmış Tıp Kitapları yıllarca Avrupa Üniversiteleri' nde temel eserler olarak okutulmuştur. Hatta tarihte iki Papa' da Endülüs İslam Üniversiteleri' nden mezundur. Siz şu anki Arap Dünyasının durumuna bakmayınız; birçok kaynakta belirtildiği üzere 1500' lü yıllarda, Avrupa' da kadın insandan sayılmazken, Endülüs' de kadın cerrahların dahi bulunduğu belirtilmektedir. Hatta bu kadınların sadece hemcinslerini değil, erkekleri de ameliyat ettikleri hayret ifadeleri ile Avrupa' lı kaynaklarda yer bulmuştur. (Bkz. Cengiz Özakıncı, İslam' da Bilimin Yükselişi ve Çöküşü – Otopsi yay. 2008)

Türkler 18. yüzyıla gelinceye kadar ekonomik ve bilimsel alanda Avrupa' nın önündeydi. Atatürk döneminde 1931 – 1941 yılları arasında okullarda okutulan tarih kitabında tüm bu gerçekler göz önüne serilmekte, ayrıca günümüzde de ülke ekonomisinin bir numaralı sorunu olan cari açık problemine tarihsel bir bakış açısı ile yaklaşılmakta idi: “ 1299' da kuruluşundan 17. yüzyıla dek Osmanlı' da halkın, hükümetin ve ordunun gereksindiği her şey ülke içinde hazırlanmakta ve üretilmekteydi. Bu yüzden dış ticaret dengesinde açık yoktu. Dahası, 19. yüzyılın ortalarına dek Osmanlı ülkesinin ihracatı, ithalatından çoktu. Dış ticaret dengesindeki açık, bu tarihten sonradır....” (Bkz. Tarih III – Yakın ve Yeni Zamanlar, T.T.T Cemiyeti tarafından yazılmıştır. Maarif Vekaleti, 1933, Devlet Matbaası syf. 5 vd)

Hatta parlak zamanlarında Osmanlı doğunun çekim merkezi olduğu gibi, birçok Avrupalı içinde rüyalarının süsleyen yaşanılmak istenen ülke konumundaydı. O zamanlarda da beyin ve işçi göçünün yaygın olduğu bugüne kadar ulaşan yazılı kaynaklardan görülmekte: “Osmanlı İmparatorluğu, Avrupa' daki çiftçilere, zanaatkarlara ve askerlere çok çekici geliyordu. Avrupa' daki çiftçilerin ümitsiz durumları feodal toplumlarda onlardan acımasızca vergi alınması, 1520 yıllarında, 15. yüzyılda ve 16. yüzyılın başında pek çok çiftçinin Osmanlı ülkesine göçmesine neden oldu. [Bkz. Deumeau, syf. 399] Orada zorunlu çalışma (angarya) yoktu, vergiler açıkça belirlenmişti, ekinler gelip geçen ordular tarafından harap edilmiyordu ve hepsinden önemlisi sosyal sınıf atlama olanağı vardı. [Bkz. Pfeffermann 46:12] Bir paşa şöyle anlatsa; 'Babam Avrupa' da bir domuz çobanı, günlük ücretle çalışan bir işçi, bir sığır çobanıydı. Benim erdemim, cesaretim, dürüstlüğüm, çalışkanlığım, aklım beni Osmanlı' da böyle şerefli makamlara getirdi.' Bu sözler o zamanın bir Alman çiftçisinin kulağına ne kadar hoş gelirdi. 1453 ile 1623 arasında Osmanlı İmparatorluğu' nda esir düşerek veya kendi ordularından kaçarak kendi dini inançlarını terk edip Müslüman olanların sayısı binlerceydi. Sürekli asker kaçağı salgınları Avrupalı subayları endişelendiriyordu. Osmanlı İmparatorluğu' nuın sosyal bakımdan çekiciliği yalnızca Avrupa topraklarının alınması tehlikesini getirmiyor, aynı zamanda sosyal feodal düzeni de tehdit ediyordu.” (Bkz. Marget Spohn, Her Şey Türk İşi: Almanların Türkler Hakkındaki 500 Yıllık Önyargıları – YK yay. 1996)

Türk Dokumacılığı o kadar ileriydi ki Kraliçe Elisabeth 26.02.1583 tarihinde Sir William Harborne adındaki elçisini; kumaş, iplik, boyama ve dokuma sanayi casusu olarak Türkiye' ye göndermiştir. (Bkz. Richard Hakluyd, The Principall Navigations, Voiages and Discoveries of the English Nation – 1589) İngilizlerin sanayi casusluğu çabaları 1583 yılında başlayıp kesintisiz 300 yıl sürmüştür. Örneğin 1800' lü yıllarda dünya tiftik yünü tekeli Türkiye' de iken, bunu elimizden almak için damızlık Ankara Tiftik Keçilerini kaçırıp Afrika' da çoğaltmışlardır. (Bkz. Sadri Etem Ertem, Çıkrıklar Durunca - 1930) Daha öncelerinde iklim uyumsuzluğu yüzünden başarısız oldukları halde bu son girişimleri başarılı olmuş, dünyada tiftik yünü fiyatları hızla düşmüştür.

Yukarıda bahsettiğimiz dönemde okutulan ilk Atatürkçü Osmanlı Tarihi' nde yer alan “Osmanlı Türk sanayisi 1299' dan 1683' lere dej her alanda Avrupa sanayisinden üstündü, Osmanlı' nın Avrupa' ya askeri üstünlüğü, bilimsel ve teknolojik üstünlüğünden geliyordu” saptaması, 2000' li yıllarda üniversitelerimizde bile unutulmuş, daha doğrusu 1949' da Milli Eğitim' e egemen olan Amerikalı uzmanlar tarafından unutturulmuştur. (Bkz. Cengiz Özakıncı, Türkiye' nin Siyasi İntiharı Yeni Osmanlı Tuzağı – Otopsi yay. 2008) Gerçekler böyleyken Osmanlı Tarihi bizlere emperyalistlerin istediği gibi sadece ve sadece meydan muharebeleri tarihi olarak okutuldu. Tarihin ekonomik ve sosyal yönleri yok sayıldı. Halbuki her şeyin temeli onlar.